HAKSIZ TAHRİK UZUN SÜRELİ TUTUKLULUK

3 Şubat 2020by admin

HAKSIZ TAHRİK UZUN SÜRELİ TUTUKLULUK

Özet

ÖZET: Haksiz tahrik, failin haksız bir fiilin yarattığı hiddet veya şiddetli eylemin etkisi altında hareket ederek bir suç işlemesini ifade eder ki, bu durumda fail suç işleme yönünde önceden bir karar vermeksizin, dışarıdan gelen etkinin ruhsal yapısında yarattığı karışıklığın sonucu olarak suç işlemeye yönelmektedir.

YARGITAY CEZA GENEL KURULU E: 2011/1-51 K: 2011/42 T: 12/04/11

Temyiz Eden: Re’sen ve katılan vekili

Kasten öldürme, bu suça azmettirme ve kasten öldürmeye yardım etme suçlarından sanıkların yapılan yargılamaları sonunda sanık D.K.’nın 5237 sayılı ACY’nın 81,29, 62 ve 53. maddeleri uyarınca 15 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına, diğer sanıklar Faruk, Mustafa, Abdi, Bilal, Mustafa ve Süphi’nin ise beraatlerine ilişkin Mersin 1. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 16.11.2006 gün ve 89-549 sayılı, sanık Doğan’ a verilen ceza yönünden re’sen temyize tabi olan hüküm, sanık Doğan ve müdafii ile katılan vekili tarafından da temyiz edilmekle, dosyayı inceleyen Yargıtay 1. Ceza Dairesince 13.02.2009 gün ve 8066-577 sayı ile;

“..2-) Karar başlığında suç yerinin yazılmamış olması mahallinde giderilebilir eksiklik olarak görülmüş ve bozma nedeni yapılmamıştır.

3-) Toplanan deliller karar yerinde incelenip, sanık Doğan’ın kasten adam öldürmek ve 6136 sayılı kanuna muhalefet suçlarının sübutu kabul, oluşa ve soruşturma sonuçlarına uygun şekilde suçlarının niteliği tayin, takdire ilişen cezayı azaltıcı sebeplerin nitelikleri ve dereceleri takdir kılınmış, savunmaları inandırıcı gerçeklerle reddedilmiş, incelenen dosyaya göre verilen hükümlerde eleştiri ve bozma nedenleri dışında isabetsizlik görülmemiş olduğundan, sanık müdafinin bir nedene dayanamayan ve yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddine,

Ancak;

A-) Sanıklar Süphi Selçuk, Abdi, Faruk, Mustafa, Bilal ve Mustafa’nın haklarında kurulan hükümlerde;

Oluşa ve dosya içeriğine göre; maktulün kız arkadaşı tanık Meral ile sanıklardan Bilal’in arkadaşı tanık Mürvet’in aynı gazinoda çalıştıkları, Mürüvet ile Meral’in arasında anlaşmazlık çıktığı, bu durumu Mürvet’in sanık Bilal’e anlattığı ve olaydan birkaç gün önce Meral’in işine son verildiği, Meral’in bu durumu maktule ilettiği, maktulün de sinirlenerek sanık Faruk’a telefon açıp, ‘gel gazinoya gideceğiz’ dediği, Faruk ve Mustafa’nın yanlarında sanık Doğan olduğu halde maktulle buluştukları, maktulün Süphi ve Bilal’e küfrettiği, sanık Doğan’ın yanlarında işçi olarak çalıştığı sanık Abdi’ye bu olayı ilettiği, bunun üzerine Bilal, Abdi ve Doğan’ın maktulün ve diğer sanıkların bulunduğu yere gelerek, maktulün hep beraber şehir merkezi dışındaki ıssız ormanlık bir yere götürdükleri, sanık Faruk’un soruşturma aşamasında verdiği 24.02.2005 tarihli ifadesindeki anlatımları ile sanık Doğan’ın 25.092006 tarihli oturumda mahkemeye verdiği ve içeriğini kabul ettiği dilekçe içeriği arasındaki uyum, 13.01.2005 tarihli otopsi raporunda maktulün cesedinin muhtelif yerlerinde çok sayıda darp ve cebir izleri bulunduğunun belirtilmesi, sanık Süphi ve Bilal ile maktul arasında kadın meselesinden dolayı husumet bulunması, sanık Doğan’ın Badi ve Bilal’in işçisi olduğu halde olay yerinde bulunan bu sanıkların sanık Doğan’a hiçbir şekilde engel olmadıkları dikkate alındığında, sanıkların en lehine kabul ve yorumla suça yardım eden sıfatıyla katıldıkları anlaşıldığı halde, sanıkların cezalandırılmaları yerine yazılı şekilde beraatlerine karar verilmesi,

B-) Sanık Doğan hakkında kasten adam öldürmek, tehdit ve 6136 sayılı kanuna muhalefet suçlarından kurulan hükümlerde;

a-) Olayın oluşuna ve dosya içeriğine, sanık Doğan’ın 25.09.2006 tarihindeki celsede mahkemeye verdiği dilekçenin içeriği ve mahkemedeki beyanı, sanık Faruk’un soruşturma aşamasında verdiği 24.02.2005 tarihli ifadesindeki anlatımlarına göre, olayda maktulün, sanığa yönelik herhangi bir haksız hareketi bulunmadığı halde,y tahrik hükümleri uygulanarak eksik ceza tayini” isabetsizliklerinden bozulmuştur.

Mersin 1. Ağır Ceza Mahkemesi ise 22.03.2010 gün ve 185-135 sayı ile;

“…..Maktul Ayhan’ın, K…..Bar Gazinosunda çalışan Meral isimli bayanla dost hayatı yaşadığı, sanıklardan Bilal’in bayan arkadaşı olan Eda takma isimli Mürvet’in de aynı gazinoda çalıştığı ve Mürvet ile Meral arasındaki sürtüşme nedeniyle Süphi ve Bilal’in talebi üzerine gazino sahibi Veli tarafından Meral’in işine son verildiği, olay günü maktul Ayhan ile Mustafa ve Faruk’un Bitlis İlinden Mersin’e döndükleri ve hep birlikte maktulün Pozcu’daki evine gittikleri, burada Ayhan’ın dostu Meral’in telefon etmesi üzerine Mustafa ile Faruk’un, maktulü Meral’in oturduğu siteye götürüp bıraktıkları, Mustafa’nın araba ile dolaşmaya çaktığı, Faruk’un da Doğan’ın evine gittiği, Faruk ile Doğan’ın evde bulundukları sırada maktul Ayhan’ın, Faruk’u telefonla arayarak birlikte dostunun işten çıkarıldığı gazinoya gideceklerini söylediği, Ayhan’ın aynı şekilde Mustafa’yı da arayarak araba ile gelip kendisini almasını istediği ve Mustafa ile Ayhan’ın Birlikte araba ile Faruk’u almak üzere Doğan’ın ikamet ettiği yere gittikleri, maktul Ayhan’ın alkollü ve sinirli bir vaziyette Faruk’u uğurlayan Doğan ile konuştuğu ve dostunun işten çıkarılması nedeniyle gıyaplarında gazinocu, Bilal ve Suphi aleyhine küfürler ettiği, Ayhan, Faruk ve Mustafa’nın araba ile ayrılmasından sonra Doğan’ın kahvehaneye giderek orada bulunan Süphi’nin kardeşi Abdi ve Bilal ile görüşerek Ayhan’dan duyduklarını onlara anlattığı, Abdi’nin telefonla Ayhan’ı arayarak Süphi abisine neden küfür ettiğini sorduğu, Ayhan’ın küfür ettiğini kabul etmeyerek Doğan ile yüzleşmek istemesi üzerine göçmen kavşağında buluştukları, buluşma yerine Ayhan’ın arabası ile Ayhan, Mustafa ve Faruk’un Abdi’nin arabası ile de Abdi, Bilal ve Doğan’ın geldikleri, burada Abdi ile Ayhan’ın kendi aralarında biraz konuştuktan sonra Ayhan’ın arabasına binerek dolaşmaya çıktıkları ve G……Restoranın yukarı kısmında durarak konuşmaya devam ettikleri, bu arada Ayhan’ın alkol almaya devam ettiği, Ayhan’a Mustafa’dan, Abdi’ye de Bilal’den telefon gelmesi üzerine bir arada bulunan Mustafa, Faruk, Bilal ve Doğan’ın da Ayhan ile Abdi’nin bulunduğu yere geldikleri, Mustafa’nın telefon görüşmesi nedeniyle arabayı park ettikleri yerde kaldığı, diğerlerinin Ayhan ve Abdi’nin bulunduğu tepelik kısma çıktıkları, Doğan’ı gören maktul Ayhan’ın sen benim arkadaşlarımla aramı mı açmak istiyorsun diyerek küfür ettiği, Doğan’ın da ben duyduğumu söylüyorum, yalan mı söylüyorum diyerek Ayhan’ın arkadaşlarına gıyaplarında küfür ettiğinde ısrar etmesi üzerine maktulün sanık Doğan’a küfür ederek tokat attığı, bunun üzerine maktul ile Doğan’ın boğuşmaya başladıkları, tarafları ayırmak isteyen Faruk’un da Doğan’ın kafa atması sonucu dudağından ve burnundan yaralandığı, boğuşma sırasında sanık Doğan’ın ruhsatsız silahını çekerek 3540 cm. mesafeden maktul Ayhan’ı alnından vurduğu, maktul Ayhan’ın sanık Doğan’ın ayaklarının yanında yere düştüğü, bu kez sanık Doğan’ın yerde yatan maktule yakın mesafeden bir el daha ateş ettiği, olaya müdahale etmek isteyen ve olaya yerinde bulunan diğer sanıklara elinde silah olduğu halde yürüyün, gidiyoruz dediği ve hep birlikte olay yerinden A.S.’nin arabası ile ayrıldıkları, mezarlık civarına geldiklerinde Abdi ve Mustafa’nın ayrılmalarına kimseye bir şey anlatmamaları koşulu ile izin verdiği ve Abdi’nin içinde bulundukları Abdi’ye ait araçla gitmesi üzerine taksici Şükrü’yü çağırdığı, sanık Şükrü geldiğinde olay yerinde cüzdanını düşündüğünü fark eden sanık Doğan’ın taksici Şükrü’den el feneri istediği, el fenerinin olmadığı öğrenmesi üzerine tek başına maktulü öldürdüğü yere gittiği ve döndüğünde cüzdanını bulunduğunu söylediği, taksici Şükrü’nün aracına Doğan, Faruk ve Bilal’in bindiği, Adana istikametine doğru gitmeye başladıkları, yolda iken sanık Doğan’ın tanık polis memuru Hulusi’yi cep telefonundan arayarak Ayhan’ı öldürdüğünü söylediği, Ceyhan İlçesi civarında iken sanık Bilal’in de kimseye bir şey anlatmaması koşulu ile ayrılmasına izin verdiği, Faruk’u bırakmadığı, Şanlıurfa İline geldiklerinde de Faruk’u serbest bıraktığı, Şükrü’nün de Doğan’ı Şanlıurfa’da bırakarak döndüğü, bilahare sanıklardan Mustafa’nın olayın ertesi günü jandarmaya giderek olayı anlattığı ve sanıkların yakalandığı, maktul Ayhan’ı öldürme eylemini sanık Doğan’ın maktulün kendisine küfür etmesi ve tokat atması sonucu hafif tahrik altında tek başına gerçekleştirdiği, olay yerinde bulunan Abdi, Bilal, Mustafa ve Faruk’un öldürme eyleminin icrasını kolaylaştıracak, teşvik edecek veyahut azmettirecek herhangi bir eylemlerinin bulunmadığı, sanıklardan Süphi, Mustafa, Hasan ve Şükrü’nün öldürme olayı sırasında olay yerinde bulunmadıkları gibi Süphi ve Mustafa’nın olay ile bağlantılarının bulunmadığı, Hasan’ın maktulün öldürüldüğü tarihten önce vefat etmiş olması nedeniyle olay yerinde bulunmasının imkansız olduğu, bu nedenle Süphi, Mustafa ve Hasan’ın sanık Doğan’ın gerçekleştirdiği öldürme fiilinin azmettiricisi, yardım ve teşvik edeni konumunda olmayacağı, her ne kadar sanık Doğan’ın sanık Mustafa’yı ‘bu olaydan kimseye bahsetme yoksa seni öldürürüm’ diyerek silahla tehdit ettiğinden bahisle şartlı tehdit suçundan cezalandırılması talep edilmiş ise de sanık Doğan’ın aksi kanıtlanamayan ve diğer sanıkların da teyit edici beyanlarına göre sanık doğan’ın sadece olaydan kimseye bahsetmemelerini istediği, ayrıca sanık Doğan’ın taksi sürücüsü sanık Şükrü’yü silahla ölümle tehdit ettiğinden bahisle cezalandırılması talep edilmiş ise de, atılı suçu işlediğine dair cezalandırılmasına yeterli, her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delil elde edilmediği, sanık Şükrü’nün suç faillerini ve delillerini saklama suçunu işlediğine dair öldürme olayını duymadığına ilişkin aksi kanıtlanamayan savunması haricinde delil bulunmadığı, her ne kadar sanık Doğan son celselerde, önceki savunmalarından vazgeçerek maktulü öldürme eylemini Bilal Ç……ile Mustafa’nın gerçekleştirdiğini ve para karşılığı suçu üstlendiğini savunmuş ise de, atılı suçu tek başına işlediğine dair hakim huzurundaki ikrarları, diğer sanıkların bunu doğrulayan beyanları, Mustafa’nın maktulü öldürme sebebinin bulunmaması gibi maktulün yakın arkadaşı olması ve ayrıca Bülen (Bilal)’in kız arkadaşı Mürvet ile maktul Ayhan’ın dostu Meral arasındaki sürtüşmeden dolayı bu olayın meydana gelmesi nedeniyle olayın müsebbibinin Bülen (Bilal) olduğunu düşünmesi nedeniyle kendisinin boğuşma sırasında maktulü kazaen vurduğuna ilişkin savunmasını desteklemeyen ve ikinci kez yerde yatan maktule ateş ettiğini söyleyen bu sanıkların olayı gerçekleştirdiğini idda ettiği düşünülerek sanık Doğan’ın azmettirme, yardım ya da teşvik olmaksızın eylemi tek başına gerçekleştirdiği düşünülmüştür.

Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin bozma ilamında Süphi, Abdi, Faruk, Mustafa, Bilal ve Mustafa’nın en lehe kabul ve yorumla suça yardım eden sıfatıyla katıldıkları kabul edilerek cezalandırılmalarının gerektiği belirtilmiş ise de; mahkememize bu görüşe katılmak mümkün görülmemiştir. Çünkü yukarıda da ayrıntılı şekilde açıklandığı üzere sanıklardan Mustafa ve Faruk maktulün en yakın arkadaşlarıdır. Olay öncesi ve olay yerine gelinceye kadar maktul sürekli olarak Mustafa ve Faruk ile aynı arabada olup, Abdi ile birlikte yalnız olduğu zamanda da Faruk ve Mustafa ile telefon aracılığı ile sürekli irtibat halindedir. Tüm sanıkların aşamalarda da değişmeyen tüm ifadelerine göre Mustafa maktulün öldürülmesi sırasında olay yerinde yoktur. Olay yerine Bilal, Faruk ve Doğan ile birlikte geldiklerinde Mustafa arabayı park ettiği sırada kendisine gelen telefon üzerine geride kalmış, diğerleri maktul ile Abdi S.’nin bulunduğu ormanlık alandaki G.Restoranın üst tarafındaki piknik alanın bulunduğu, tepelik kısma çakmışlardır. Maktulün kız arkadaş Meral’in işten çıkarılmasına Bilal ve Süphi’nin sebep olduğu kabul edilerek maktul ile Bilal ve Süphi arasında husumet oluştuğu kabul edilse bile Süphi ve Bilal’in maktul Ayhan’ı öldürmek için sanık Doğan’ı azmettirdiklerine dair hiçbir delil bulunmamaktadır. Azmettirme ile ilgili olarak sanıklar ya da tanıklar hiçbir aşamada bu şekilde bir beyanda bulunmadıkları gibi sanık Doğan’ın sonradan değiştirdiği (mahkememizce itibar edilmeyen) ifadesinde bile sanık Süphi’nin kendisini azmettirdiğine dair bir beyanda bulunmamış, sadece olayın Bilal’in kız arkadaşı Mürvet ile maktulün kız arkadaşı Meral’in sürtüşmesi sonucunda bu noktaya geldiğini düşünerek, bir anlamda bu olayın meydana gelmesine Bilal’in sebebiyet verdiğini düşünerek maktulü bilal’in öldürdüğü şeklinde bir savunma değişikliği yapmıştır. Sanık Abdi ile ilgili olarak tüm aşamalarda tüm sanıklar Doğan’ın maktulü vurması üzerine ‘ne yaptın, biraz dövüp ders verecektik’ tarzında tepkide bulunduğunu beyan etmişlerdir. Hatta sanık Doğan mahkememize hitaben yazdığı ve öldürme olayını Bilal ile Mustafa’nın gerçekleştirdiğini iddia ettiği dilekçesinde dahi Bilal ile Mustafa’nın maktul Ayhan’ı dövdükleri sırada Abdi’nin ‘yapmayın’ diyerek dövme olayına engellemeye çalıştığını beyan etmektedir.

Ayrıca sanık Mustafa Bilal’in kardeşi olması dışında olayda methali bulunmamaktadır. Bilal haricindeki tüm sanıklar Mustafa ‘yı tanımadıklarını ve onun olay mahallinde bulunmadığını beyan etmektedirler. Sanık Mustafa’da olay tarihinde kendisinin Kilis-Gaziantep arasındaki şantiyede çalışmakta olduğunu savunduğu ve bu savunmalarının da aksi kanıtlanamadığına göre Mustafa’nın beraatına karar vermek gerekmiştir.

Yargıtay 1. Ceza Dairesi olayda maktulün sanığa yönelik herhangi bir haksız hareketinin bulunmadığı görüşünde ise de; sanıklar Doğan, Faruk, Abdi, Bilal ve Mustafa’nın aksi kanıtlanamayan savunmalarına göre, maktul Ayhan’ın kız arkadaşı Meral’in işten çıkartılması sebebiyle Süphi ve Bilal’e Doğan’ın yanında iken küfür ettiği, Doğan’ın bu durumu Abdi ve Bilal’e anlattığı, bu olayın açıklığa kavuşması, Ayhan ile Doğan’ın yüzleştirilmesi amacıyla olay mahalline gelindiğinde Ayhan’ın Süphi ve Bilal’e küfür ettiğini kabul etmemesi nedeniyle doğan ve maktul arasında ağız münakaşası olduğu ve maktulün ‘sen bizim aramızı açmak mı istiyorsun’ diyerek Doğan’a küfür edip tokat atması üzerine, Doğan’ın aniden silahını çekip maktul Ayhan’ı vurduğu sabittir. Olayın aniden gelişmesi ve sanık Doğan belindeki tabancayı çekip Ayhan’ı vurması eylemini diğer sanıkların önceden öngörmesi ve sanık Doğan’ı engellemelerinin bu sanıklardan beklenmeyeceği, kaldı ki sanık Doğan’a önce Ayhan tabanca ile vurmuş olması ve halen elinde tabanca bulunması nedeniyle diğer sanıkların bu duruma müdahale etmelerinin hayatın olağan akışına ters olduğu, bu nedenle de sanık Doğan lehine haksız tahrik hükümlerinin uygulanması ve diğer sanıkların da adam öldürmeye iştirak suçlarından beraatlerine karar verilerek önceki hükümde direnilmesine karar vermek gerekmiştir” gerekçesiyle ilk hükümde direnmiştir.

Sanık Doğan’ın hakkında kasten öldürme suçundan verilen ceza yönünden re’sen temyize tabi olan hükmün katılan vekili tarafından da temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay C.Başsavcılığının sanıklar Süphi ve Mustafa hakkında “onama”, diğer sanıklar hakkındaki hükümler açısından ise “bozma” istekli 21.02.2011 gün ve 33773 sayılı tebliğnamesi ile Yargıtay birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

CEZA GENEL KURULU KARARI

Maktul Ayhan’ı 13.01.2005 tarihinde kasten öldürme suçundan sanık Doğan’ın lehe olduğu kabul edilen 5237 sayılı TCY’nın 81,29,62 ve 53. maddeleri uyarınca 15 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına diğer sanıklar Faruk, Mustafa, Abdi, Selçuk, Bilal, Mustafa ve Süphi’nin ise beraatlerine karar verilen somut olayda, Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlıklar;

1-) Sanık Doğan hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanmasında isabet bulunup bulunmadığının,

2-) Sanıklar Faruk, Süphi, Abdi, Bilal, Mustafa ve Mustafa’nın kasten öldürme suçuna yardım eden olarak katılıp katılmadıklarının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya içeriğinden;

13.01.2005 tarihinde Mersin İli Gözne Yolunda Gönül isimli restoranın yakınlarındaki ormanlık alanda ölü olarak bulunan maktulün başında iki adet ateşli silah yarasının tespit edildiği, mermilerden birinin alnın solundan girip kafa sol arka yan kısmından çıktığı ve 35-40 cm. mesafeden yapılmış atış sonucu gerçekleştirilebileceği, diğer atışın ise ağız içerisinden yapılmış olduğu ve bu atışa ait bir adet mermi çekirdeğinin kafa içerisinden otopsi sırasında çıkarıldığı, maktulün sol göz etrafında ve burun sırtında solda 1×2 cm. ebatlarında ekimozun, sağ diz üstünde 1 cm., sol bacak ön tarafta aynı hat üzerinde 1×0,5 cm. ile 1,5×3 cm. ebatlarında değişen 5 adet taze sıyrığın yer aldığı, olay yerinden elde edilen 7.65 mm çapındaki iki adet boş kovanın aynı silahtan atıldıkları, maktulün kanında %156 mgr. Alkol bulunduğu, Mersin Emniyet Müdürlüğü’nde görevli Polis memuru Hulusi tarafından düzenlenen 13.01.2005 tarihli rapora göre; suç işlemeye meyilli bir kişi olarak bilinen sanık Doğan isimli şahsın gece 01.53 ve 01.59 sıralarında kendisini cep telefonundan arayarak “ben Ayhan’ı öldürdüm, sizinle görüşebilir miyim, kafam çok iyi gelip size teslim olacağım” dediği, Adana Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nin 14.12.2005 gün ve 13775 sayılı raporuna göre; sanık Doğan’ın cezai ehliyetinin tam olduğu, Tüm dosya içeriğindeki delillerden; sanıklardan Mustafa’nın cezaevinde iken tanıştığı maktul ile tahliye edildikten sonra da arkadaş olduğu ve aynı evi paylaştıkları, sanık Faruk’un da maktulün arkadaşı olduğu, olay günü hep birlikte gitmiş oldukları Bitlis İlinden yine birlikte aynı araçla Mersin İline döndükleri, sanıklar Faruk ve Mustafa’nın maktül Ayhan’ı birlikte yaşadığı ve bir gazinoda şarkıcı olarak çalışmakta olan tanık Meral’in evine bıraktıkları, bundan bir süre önce Meral’in aynı gazinoda çalışmakta olan Mürvet isimli bir bayanla aralarında anlaşmazlık çıktığı, Mürvet isimli bayının bu durumu arkadaşı sanık Bilal’e anlatması üzerine sanıklar Bilal ve Süphi’nin gazino sahibi tanık Veli’ye baskı yapması sonucu Meral işten çıkarıldığı, olay gecesi Meral’in evine gittiğinde bu durumu öğrenen ve aşırı derecede alkollü olan maktulün sanık Süphi’ye telefon ederek sanıklar Süphi ve Bilal’e yönelik tehdit ve hareket içeren sözler sarf ettiği, ardından telefonla irtibat kurduğu sanık Mustafa’nın araba ile gelerek maktulü Meral’in evinden aldığı, birlikte o sarıda sanık Doğan’ın evinde olan sanık Faruk’u aldıkları, bu sırada birbiriyle tanışmakta olan sanık Doğan ile maktulün bir süre konuştukları, maktulün sanıklar Bilal ve Süphi’ye ilişkin küfür ve tehdit içeren sözleri sanık Doğan’ın yanında da söylemeye devam ettiği, sanık Doğan’ın bu sözleri sanıklar Abdi ve Bilal ilettiği, maktulün gazino sahibi tanık Veli’ye telefon ederek Meral’in neden işten çıkarıldığını sorduğu ve gazinoya gitmek üzere yola çıktıkları, bu sırada sanık Süphi’nin kardeşi olup aynı zamanda maktulü de tanıyan sanık Abdi’nin maktule telefon ederek buluşmak istediği, sanık Abdi’nin sanıklar Doğan ve Bilal ile birlikte gelerek araçla yol kenarında beklemekte olan maktul ve sanıklar Mustafa ile Faruk’un yanına geldiği, sanık Abdi’nin maktulün aracına bindiği, sanıklar Mustafa ile Faruk’un da sanıklar Bilal ile Doğan’ın bulunduğu araca geçtikleri, sanık Abdi ile maktulün kullandığı araç ile Gözne Yolu olarak isimlendirilen mevkideki ormanlık alana gittikleri ve konuşmaya başladıkları, bir süre sonra buraya diğer sanıklar Mustafa, Faruk, Doğan ve Bilal’in de geldiği, burada sanık Doğan’ın maktulü sanıklar Süphi ve Bilal’e yönelik sözleri nedeniyle dövmeye başladığı, maktulün bunun üzerine sanık Doğan’a bugüne kadar kendisine maddi yardımda bulunduğuna ilişkin sözler söyleyerek sövdüğü, sanıklar Abdi ve Bilal’in birlikte işlettikleri kahvehanede çalışan sanık Doğan’ın ruhsatsız tabancasıyla otopsi raporuna göre 35-40 cm. mesafeden maktulün başına ateş ettiği, bununla da yetinmeyerek maktulün ağzının içinde bir el daha ateş ederek maktulün ölümüne neden olduğu, olay sırasında sanıklar Mustafa ve Faruk’un sanık Doğan’ın saldırgan davranışları nedeniyle maktulün öldürülmesine engel olamadıkları, olaydan sonra sanık Doğan’ın sanık Mustafa’yı olayı kimseye anlatmaması konusunda tehdit ederek gitmesine izin verdiği, sanıklar Abdi, Bilal ve doğan’ın bir araya gelerek yaptıkları durum değerlendirmesi sonucu verdikleri karar gereği hakkındaki beraat hükmü kesinleşen Şükrü’nün kullanmakta olduğu ticari taksi ile sanıklar Doğan, Bilal ve Faruk’un Adana istikametine doğru yola çıktıkları, sanık Bilal’in Ceyhan İlçesinde araçtan indiği, sanık Doğan’ın sanık Faruk Şimşek’in gitmesine izin vermediği, sanık Doğan’ın yolda telefonla Mersin Emniyet Müdürlüğü’nde çalışmakta olan polis memuru tanık Hulusi G..’yi arayarak maktulü öldürdüğünü ve gelip teslim olacağını söylediği, sanıkların ticari taksi ile Şanlıurfa’ya gittikleri, burada bir süre saklandıktan sonra bir yolunu bulan sanık Faruk sanık Doğan’nın yanından ayrılarak Mersin İline döndüğü ve kolluğa gelerek teslim olduğu, sanık Doğan’ın da olaydan uzun bir süre sonra 21.04.2005 günü Mersin’e gelmekte olduğu sırada otobüste kolluk görevlilerince yakalandığı, sanıklar Süphi ve Mustafa’nın olay yerinde olduklarına ve maktulün öldürülmesi suçuna katıldıklarına ilişkin bir kanıtın bulunmadığı, Anlaşılmaktadır.

Haksız tahrik 765 sayılı TCY’nın 51 ve 5237 sayılı TCY’nın 29. maddelerinde ceza sorumluluğunu azaltan neden olarak düzenlenmiştir. Her iki düzenleme arasındaki fark, 765 sayılı TCY’da tahrikin hafif ve ağır olmak üzere iki şeklinin öngrülmesi, 5237 sayılı TCY’da ise bu ayrımın kaldırılmış olmasıdır. Her iki düzenlemenin ortak yanı ise, suçun, haksız bir eylemin doğurduğu öfke veya elemin etkisi altında kalınarak işlenmesi halinde, failin cezasından tahrik nedeniyle indirim yapılmasıdır.

Haksız tahrik, failin haksız bir fiilin yarattığı hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında hareket ederek bir suç işlemesini ifade eder ki, bu durumda fail suç işleme yönünde önceden bir karar vermeksizin, dışarıdan gelen etkinin ruhsal yapısında yarattığı karışıklığın sonucu olarak suç işlemeye yönelmektedir.

Yerleşmiş yargısal kararlarda kabul edildiği üzere, gerek fail gerekse, maktulün karşılıklı haksız davranışlarda bulunması halinde, tahrik uygulamasında kural olarak, haksız bir eylem ile maktulü tahrik eden fail, karşılaştığı tepkiden dolayı tahrik altında kaldığını ileri süremez. Ancak maruz kaldığı tepki, kendi gerçekleştirdiği eylemle karşılaştırıldığında aşırı bir hal almışsa, başka bir deyişle tepkide açık bir oransızlık varsa, bu tepkinin artık başlı başına haksız bir nitelik alması nedeniyle fail bakımından haksız tahrik oluşturduğu kabul edilmelidir.

Karşılıklı tahrik oluşturan eylemlerin varlığı halinde, fail ve maktulün tahrik oluşturan haksız davranışları birbirine oranla değerlendirilmeli, öncelik-sonralık durumları ile birbirlerine etki-tepki biçiminde gelişip gelişmedikleri göz önünde tutulmalı, ulaştıkları boyutlar, vahemet düzeyleri, etkileri ve dereceleri gibi hususlar dikkate alınmalı, buna göre; etki-tepki arasında denge bulunup bulunmadığı gözetilerek, failin başlangıçtaki haksız davranışına gösterilen tepkide aşırılık ve açık bir oransızlık saptanması halinde, failin haksız tahrik hükümlerinden yararlandırılması yoluna gidilmelidir.

Yardım etme, suçun işlendiği tarihte yürürlükte bulunan 765 sayılı TCY’nın 65. maddesinde;

“I – Suç işlemeğe teşvik veya suçu irtikap kararını takviye ederek yahut fiil işledikten sonra muzaharet ve muavenette bulunacağını vadeyleyerek,

II    – Suçun ne suretle işleneceğine mütaallik talimat vererek yahut fiilin işlenmesine yarayacak işe veya vasıtaları tedarik ederek,

III    – Suç işlenmeden evvel veya işlendiği sırada müzaharet ve muavenetle icrasını kolaylaştırarak suça iştirak eden şahıs, işlenmiş fiile mahsus olan ceza ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası ise yirmi yıldan, müebbet ağır hapis cezası ise on altı yıldan aşağı olmamak üzere ağır hapis cezası ile cezalandırılır. Sair hallerde kanunen muayyen olan cezanın yarısı indirilir.

Bu maddede yazılı fiillerden birini işleyen kimsenin iştiraki inzimam etmeksizin fiilin irtikabı mümkün olmayacağı sabit olan hallerde o kimse yukarıda gösterilen tenzilattan istifade edemez” şeklinde düzenlenmiştir.

01 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Yasasında suça iştirakte, faillik ve şeriklik ayrımı öngörülmüş, azmettirme ve yardım etme şeriklik kavramı içinde değerlendirilmiştir.

“Yardım etme” 5237 sayılı 39. maddesinde; “(I) Suçun işlenmesine yardım eden kişiye, işlenen suçun ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektirmesi halinde, on beş yıldan

Yirmi yıla; müebbet hapis cezasını gerektirmesi halinde, on yıldan on beş yıla kadar hapis cezası verilir. Diğer hallerde cezanın yarısı indirilir. Ancak, bu durumda verilecek ceza sekiz yılı geçmez.

(2) Aşağıdaki hallerde kişi işlenen suçtan dolayı yardım eden sıfatıyla sorumlu olur:

a)    Suç işlemeye teşvik etmek veya suç işleme kararını kuvvetlendirmek veya fiilin işlenmesinden sonra yardımda bulunacağını vaat etmek.

b)    Suçun nasıl işleneceği hususunda yol göstermek veya fiilin işlenmesinde kullanılan araçları sağlamak.

c)    Suçun işlenmesinden önce veya işlenmesi sırasında yardımda bulunarak icrasını kolaylaştırmak” şeklinde, “Bağlılık kuralı” da Yasanın 40. maddesinde; “(1) Suça iştirak için kasten ve hukuka aykırı işlenmiş bir fiilin varlığı yeterlidir. Suçun işlenişine iştirak eden her kişi, diğerinin cezalandırılmasını önleyen kişisel nedenler göz önünde bulundurmaksızın kendi kusurlu fiiline göre cezalandırılır.

(2)    Özgü suçlarda, ancak özel faillik niteliğini taşıyan kişi fail olabilir. Bu suçların işlenişine iştirak eden diğer kişiler ise azmettiren veya yardım eden olarak sorumlu tutulur.

(3)    Suça iştirakten dolayı sorumlu tutulabilmek için ilgili suçun en azından teşebbüs aşamasına varmış olması gerekir” biçiminde düzenlenmiştir.

Suçun icrasına iştirak etmekle birlikte, işlenişine bulunduğu katkının niteliği gereği yasal tanımdaki fiili gerçekleştirmeyen diğer suç ortaklarına “şerik” denilmekte olup, 5237 sayılı TCY’nda şeriklik, azmettirme ve yardım etme olarak iki farklı şekilde düzenlenmiştir. Buna göre, yasal tanımdaki fiili gerçekleştirmeyen veya özel faillik vasfını taşımadığı için fail olmayan bir suç ortağı, gerçekleşen fiilden Yasanın 40. maddesinde düzenlenen bağlılık kuralı uyarınca sorumlu olmaktadır.

TCY’nin 39/2. maddesindeki düzenlemeye göre, yardım etme; maddi yardım ve manevi yardım olarak ikiye ayrılmaktadır.

1-    Maddi yardım: bir suçun işlenmesine maddi yardımda bulunma çok çeşitli şekillerde ortaya çıkmakla birlikte maddede;

a- Suçun işlenmesinde kullanılan araçları temin etmek,

b- Suçun işlenmesinden önce veya işlenmesi sırasında maddi yardımda bulunarak icrasını kolaylaştırmak olarak sayılmıştır.

2-    Manevi yardım ise:

a)    Suç işlemeye teşvik etmek,

b)    Suç işleme kararını kuvvetlendirmek,

c)    Suçun işlenmesinden sonra yardımda bulunmayı vaad etmek,

d)    Suçun nasıl işleneceği konusunda yol göstermek, şeklinde belirtilmiştir.

Diğer taraftan, ceza yargılamasının en önemli ilkelerinden biri olan “in

dubio pro reo” yani “kuşkudan sanık yararlanır” kuralı uyarınca, sanığın bir suçtan cezalandırılmasının temel koşulu, suçun kuşkuya yer vermeyen bir kesinlikle ispat edilmesine bağlıdır. Gerçekleşme şekli kuşkulu ve tam olarak aydınlatılmamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak mahkumiyet hükmü kurulamaz. Ceza mahkumiyeti, yargılama sürecinde toplanan kanıtların bir kısmına dayanılarak ve diğer bir kısmı göz ardı edilerek ulaşılan ihtimali kanıya değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Bu ispat, hiçbir kuşku ve başka türlü bir oluşa olanak vermeyecek açıklıkta olmalıdır. Yüksek de olsa bir olasılığa dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza yargılamasının en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan, varsayıma dayalı olarak hüküm vermek anlamına gelir. O halde ceza yargılamasında mahkumiyet, büyük veya küçük bir olasılığa değil, her türlü kuşkudan uzak bir keskinliğe dayanmalıdır. Adli hataların önüne geçilmesinin tek yolu budur.

Yapılan bu açıklamalardan sonra uyuşmazlık konularının çözümlenebilmesi için aşağıdaki şekilde ayrı ayrı ele alınması gerekmektedir.

1-    Sanık Doğan hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanmasının gerekip gerekmediği:

Sanıklar Abdi ve Bilal işlettiği kahvehanede çalışan sanık Doğan’ın olaydan önce maktulün Süphi ve Bilal’e yönelik söylediği sözler nedeniyle maktul Ayhan’ı öldürmeye karar verdiğinin anlaşılması karşısında, öldürme kararının verilmesine kadar geçen zamanda maktulün sanık Doğan’a yönelik tahrik oluşturabilecek herhangi bir haksız davranışının bulunmadığının kabulü gerekmektedir. Maktulün sanıklar Süphi ve Bilal’e yönelik sözlerinin ise sanık Doğan açısından haksız tahrik oluşturmayacağı açıktır.

Kaldı ki, Gözne Yolu Mevkiindeki ormanlık alanda sanık Doğan’ın maktulü dövmeye başlaması üzerine maktulün de karşılık olarak sanık Doğan’a bugüne kadar maddi yardımda bulunduğuna ilişkin sözler söyleyerek sövdüğü, sanık Doğan’ın da bundan sonra biri ağzının içinden olmak üzere başına iki el ateş ederek maktulü kasten öldürdüğü düşünüldüğünde, böyle bir kabule bile maktulü dövmesi nedeniyle ilk haksız hareketin sanık Doğan tarafından gerçekleştirildiği ortadadır.

Bu nedenle, yerel mahkeme hükmünde sanık Doğan hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanması suretiyle eksik ceza tayin edilmesi isabetli değildir.

Bununla birlikte, yerel mahkemece sanık hakkında lehe yasa değerlendirmesi haksız tahrik hükümleri göz önüne alınarak yapıldığından, ortaya çakan bu yeni durum nedeniyle lehe olan yasanın yeniden belirlenmesinde de zorunluluk bulunmaktadır.

Sanık Doğan hakkındaki çoğunluk görüşüne katılmayan bir kısım Genel Kurul Üyesi; “sanık hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanmasında dosya içeriğine göre bir isabetsizlik olmadığından yerel mahkeme hükmünün onanması gerektiği” düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.

2-    Sanıklar Faruk ve Mustafa’nın maktulün kasten öldürülmesi suçuna yardım eden olarak katılıp katılmadıkları:

Sanıklar Faruk ve Mustafa’nın maktulün öldürülmesinden önce ve sonraki bazı davranışları maktulün öldürülmesi eylemine yardım eden olarak katıldıkları yolunda bir kanaat doğmasına neden olmakta ise de; maktul ile samimi arkadaş olmaları, olay günü birlikte Bitlis İlinden Mersin İline aynı araç içinde gelmeleri, sanık Mustafa’nın maktulün şöförlüğünü yapması, aralarında maktulün öldürülmesini istemelerini gerektirecek bir nedenin bulunmaması, olay öncesinde diğer sanıkların yer aldığı gruba karşı maktul ile birlikte hareket etmiş olmaları, olay sırasında ve sonrasında sanık Doğan’ın etrafa ve bu sanıklara yönelik saldırgan davranışları gibi hususlar dosya içeriği ile birlikte değerlendirildiğinde, sanıklar Faruk ve Mustafa’nın maktulün kasten öldürülmesi olayına yardım eden olarak katıldıkları kuşku boyutunda kalmakta ve sübuta ermemektedir.

Bu itibarla, yerel mahkeme direnme hükmü sanıklar Faruk ve Mustafa hakkında verilen beraat kararı yönünden isabetlidir.

Sanıklar Faruk ve Mustafa hakkındaki çoğunluk görüşüne katılmayan bir kısım Genel Kurulu Üyesi; “sanıkların olay öncesinde, olay sırasında ve olay sonrasında davranışları göz önüne alındığında kasten öldürme suçuna yardım eden olarak katıldıkları sabit olduğundan yerel mahkeme hükmünün bu sanıklar yönünden bozulması gerektiği” düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.

3-    Sanıklar Süphi’nin kasten öldürme suçuna azmettiren ya da yardım eden, sanık Mustafa’nın ise yardım eden olarak katılıp katılmadığı: Sanık Abdi’nin ağabeyi olan sanık Süphi’nin maktulün bayan arkadaşı Meral’in şarkıcı olarak çalıştığı gazinodaki işinden, gazinonun sahibine baskı yapmak suretiyle atılmasına neden olduğu, maktulün de bayan arkadaşının işten çıkarılmasının sorumlusu olarak gördüğü sanık Süphi’ye olay öncesinde hakaret ettiği anlaşılmakta ise de, bu sanığın maktulün öldürülmesi konusunda diğer sanıkların azmettirdiği ya da kasten öldürme suçuna yardım ettiğine dair cezalandırılmasına yeterli kanıt bulunmayın bu husus kuşku boyutunda kaldığından, sanık Bilal’in kardeşi olan sanık Mustafa’nın ise öldürme suçuna yardım ettiğine dair savunmalarının aksini kabule elverişli hiçbir kanıt elde edilemediğinden yerel mahkemece anılan sanıklar hakkında beraat kararı verilmesi isabetlidir.

4-    Sanıklar Abdi ve Bilal’in kasten öldürme suçuna yardım eden olarak katılıp katılmadıklarına ilişkin uyuşmazlığın değerlendirilmesine gelince;

Sanıklar Abdi ve Bilal’in, sanık Doğan’ı maktulü öldürmesi konusunda azmettirdikleri yolunda yeterli kanıt bulunmamakta ise de, birlikte işlettikleri hahvehanede çalışan sanık Doğan’ın, olay öncesinde Abdi’nin ağabeyi Süphi ile Bilal’e yönelik sözleri nedeniyle maktulü öldürmeye karar verdiği, hatta maktulün sözlerini bu kişilere ilettiği, sanıklar Abdi ile Bilal’in de maktülü öldürmeye karar veren sanık Doğan’ın öldürme kakarını takviye ettikleri anlaşıldığından, eylemlerinin her iki TCY kapsamında da kasten öldürmeye yardım etme suçunu oluşturduğunun kabulü gerekmektedir. Bu nedenle sanıklar Abdi ve Bilal’in kasten öldürmeye yardım etme suçundan lehe yasa değerlendirmesi de yapılarak cezalandırılmalarına karar verilmesi gerekirken, yerel mahkemece beraatlerine karar verilmesinde isabet bulunmamaktadır.

Sanıklar Abdi ve Bilal hakkındaki çoğunluk görüşüne katılmayan bir kısım Ceza Genel Kurul Üyesi; “sanıkların maktulün kasten öldürülmesi suçuna yardım ettikleri hususu dosya içeriği karşısında kuşkulu olduğundan yerel mahkeme hükmünün bu sanıklar yönünden onanması gerektiği” düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.

Sonuç olarak:

Sanıklar Faruk, Mustafa, Süphi ve Mustafa hakkında verilen beraat kararları isabetli bulunduğundan yerel mahkeme direnme hükmünün bu sanıklara ilişkin olarak onanmasına sanık Doğan hakkındaki hükmün haksız tahrik indirimi yapılması, sanıklar Abdi ve Bilal hakkındaki hükümlerin ise kasten öldürme suçuna yardım eden olarak katılmalarına karşın beraatlerine karar verilmesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.

Sanık doğan hakkındaki hükmün Ceza Genel Kurulu’nca bozulmasına karar verilmiş olması karşısında, 22.04.2005 tarihinden bu yana tutuklu olan sanığın tutukluluk durumunun 5271 sayılı CYY’nın 102/2. maddesi uyarınca değerlendirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmıştır.

5271 sayılı CYY’nın “Tutuklulukta geçecek süre” başlıklı 102. maddesi;

“(1) Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerçekleri gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.

(2)    Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçmez.

(3)    Bu maddede öngörülen uzatma kararları, Cumhuriyet savcısının, şüpheli veya sanık ile müdafiinin görüşleri alındıktan sonra verilir” şeklinde olup, ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren suçlar bakımından maddede yazılı süreler 5320 sayılı Yasanın 5739 sayılı Yasa ile değiştirilen 12. maddesi uyarınca

31.12.2010 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Maddedeki düzenlemeye göre; ağır ceza mahkemesinin görev alanına girmeyen suçlarda tutukluluk süresi bir yılı, zorunluluk halindeki uzatmalar ile birlikte en çok bir yıl altı ay, Ağır Ceza Mahkemesi’nin görev alanına giren suçlar bakımından iki yılı, zorunlu hallerdeki uzatmalar ile birlikte ise en çok beş yılı geçmeyecektir. 5271 sayılı CYY’nın 252/2. maddesi uyarınca, aynı yasanın 250/1-c maddesinde sayılan suçlar bakımından tutukluluk süreleri iki kat olarak uygulanacağından, bu suçlarda tutukluluk süresi zorunlu hallerdeki uzatmalar ile birlikte on yıldan fazla olamayacaktır.

Ancak anılan maddede belirtilen tutukluluk sürelerinin hesabında yerel mahkeme tarafından hüküm verilinceye kadar geçen süre dikkate alınmalı, buna karşın yerel mahkeme tarafından hükmün verilmesinden sonra tutuklu sanığın hükmen tutuklu hale gelmesi nedeniyle temyizde geçen süre hesaba katılmamalıdır. Zira, hakkında mahkumiyet hükmü kurulmakla sanığın altılı suçu işlediği yerel mahkeme tarafından sabit görülmekte ve bu aşamadan sonra tutukluluğun dayanağı mahkumiyet hükmü olmaktadır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de AİHS’nin 5.maddesinin uygulamasına ilişkin olarak verdiği kararlarda tutuklulukla ilgili makul sürenin hesabında, ilk derece mahkemesinin mahkumiyet hükmünden sonra geçen süreyi dikkate almamaktadır.

Somut olayda, 22.04.2005 tarihinde tutuklanan sanık Doğan’ın Ceza Genel Kurulu’ndaki inceleme tarihi itibarıyla CYY’nın 102/2. maddesinde belirtilen beş yıllık tutukluluk süresinin dolduğu ve bu nedenle tahliyesine karar verilmesi gerektiği ileri sürülebilecek ise de, yerel mahkemenin hüküm tarihi olan 22.03.2010 tarihinde henüz beş yıllık sürenin dolmamış bulunması ve temyiz aşamasında geçen sürenin maddede yazılı azami tutukluluk süresinin hesabında dikkate alınmayacak olması nedeniyle, yasal olarak tahliyesine karar verme zorunluluğu bulunmamaktadır.

Bu itibarla, hakkındaki hükmün aleyhe bozulmuş olması da göz önüne alındığında sanık Doğan’ın tutukluluk halinin devamına karar verilmelidir.

Tutukluluğun devamına ilişkin çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi H. Y. Aktan; “Koruma tedbirlerinden tutuklamanın süresi Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 102. maddesinde düzenlenmiştir. Madde ‘Tutuklulukta geçecek süre’ başlığını taşımaktadır. Ağır Cezalık suçlara ilişkin süre, maddenin ikinci fıkrasında ‘Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçmez.’ Şeklindedir.

Koruma tedbiri olması göz önüne alındığında tutuklamanın ancak şüpheli/ sanık statüsüyle ilgili olduğu açıktır. CMK’nın 2. maddesinin 1. fıkrası; “a) şüpheli soruşturma evresinde, suç şüphesi altında bulunan kişiyi, b) Sanık: Kovuşturmanın başlamasından itibaren hükmün kesinleşmesine kadar, suç şüphesi altında bulunan kişiyi’ tanımlamaktadır.

Anılan normatif düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde tutuklama ve buna ilişkin uzatma sürelerinin içine ilk derece mahkemesi ile Yargıtay’da geçecek sürelerin dahil olduğu tartışmasızdır. Düzenlemeden de görüleceği üzere ana süre iki yıl, uzatma süresi ise üç yıldır. Tutukluluk süresi denildiğinde münhasıran ana süre anlaşılmalıdır. Maddenin yazımından çıkan budur. Öte yandan uzatma süresine ayrıca ‘zorunlu hallerde’ denilmek suretiyle ilave koşul getirilmiştir. Bu nedenle de ‘uzatma süresi’ daha sıkı koşullara bağlanmıştır. Muhakeme hukukunda kıyas olanaklı ise de özgürlükler bakımından bu kuralın sınırı vardır. Sınırlayıcı ve istisnai hükümlerde kıyas yasak olduğu gibi koruma tedbirlerinin kanuniliği ilkesi nedeniyle de kıyas olanaksızdır. (Yener Ünver-Hakan Hakeri: Ceza Muhakemesi Hukuku, 4. Baskı, Ankara, 2011, S. 26 vd.) Uzatma süresi yönünden ağırlaştırıcı kuralların konulmuş olması karşısında, bu nedenle, tutukluluk süresi dolduktan sonra verilecek uzatma kararlarında ‘gösterilecek gerekçe ilk tutuklama kararından daha kuvvetli suç şüphesi-işleme şüphesi bulunduğunun ortaya konması gerekir’ (Ayşe Nuhoğlu: ‘Koruma Tedbiri Olarak Tutuklama’ Ceza Muhakemesi Kanununun 3 Yılı, Türk Ceza Hukuk Derneği Yayını, İstanbul, 2009, S.175-191)

Ağır Ceza Mahkemesinin görevine giren suçlardan toplam tutukluluk süresinin beş yıl kabul edilmesi halinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (Sözleşme) 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edilmiş olacağı öğretide ifade edilmektedir. (Ör. Kunter/Yenisey/Nuhoğlu:    Ceza Muhakemesi Hukuku, 16. Bası, İstanbul, 2008, S. 887; Ünver-Hakeri, age, S. 372 vd) Sözleşmeyi yorumlayan ve uygulayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 60 yıllık içtihadı Sözleşme ile bir bütün oluşturmakta ve W/İsviçre (1993) davasındaki 4 yıllık tutukluluk süresi istisnası dışında tutukluluklar bu sürenin altında kalsa dahi ihlal kararları verilmektedir. Dahası C.Demirel/Türkiye (2009) kararında Türkiye’nin normatif düzenlemesi de sözleşmeye aykırı bulunmuştur. AİHM’nin istisna kararları gözetildiğinde Türkiye’deki uzatma süresiyle birlikte toplam tutukluluk süresinin, istisnanın da üzerinde olduğu görülmektedir. (Rıza Türmen: ‘Tutukluluk, AİHM ve 90. madde’ Milleyet, 10 Ocak 2011)

Normatif düzenleme, uygulama ve AİHM’nin kararları birlikte gözetilerek öğretide ‘Ağır Cezalık suçlardaki bu beş yıllık süre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesinde gösterilen makul süreyi aşar nitelikte gözükmektedir. Bu nedenle maddeyi maksada uygun şekilde yorumlamalı ve sürenin uzatma ile birlikte üç yılı geçemeyeceği anlamını maddeye vermeye çalışmalıdır’ (Kunter/Yenisey/Nuhoğlu, age, s.887) değerlendirilmesi yapılmaktadır.

CMK’nın 2/1-a-b ve 102. maddelerin birlikte ele alınmasında iç hukukumuzda tutuklama ile süre getirilmiş olması ve bu sürenin kapsayıcı nitelikte bulunması karşısında da AİHS ve AİHM ictihadına göre düzenlemenin lehe olduğu kabul edilmelidir. Yeter ki AİHM içtihatlarındaki ölçütler gözetilsin!

AİHM’in anılan süreye, üst mahkemede geçecek süreyi dahil etmemesi tutukluluğun 4 yılı aşmasını makul gördüğü anlamına alınma yanlışlığına düşülmemelidir. İç hukuktaki düzenleme Yargıtay’da geçecek süreyi kapsadığı için, üst mahkemedeki süreyi kapsadığı için, üst mahkemedeki süreyi dahil etmeyen AİHM’in Wemhoff v. Almanya (1968) kararının örnek alınmasını ve uygulanmasını haklı kılmaz. Normatif düzenlemeye göre Yargıtay’da geçecek süre dahil olduğu için AİHM’in anılan kararı sürenin miktarına ilişkin de değildir. Dört yıllık süreyi ancak istisnai kararında kabul ederek ve sürekli olarak bu sürenin altındaki süreleri sözleşmeye aykırı gören kararlar ve özellikle kullanılan ölçütler dikkate alınmalıdır. Wemhoff v. Almanya kararına üstünlük verilmesi Anayasa’nın 90/son maddesine de aykırıdır. Bu arada hemen ifade edilmelidir ki somut olayda yerel mahkemedeki tutuklama süresi Wemhoff Kararına da aykırıdır. Çünkü ilk derece mahkemesinde geçmiş bulunan süre AİHM içtihadına göre de uzundur.

Öte yandan Anayasanın 90/son maddesinde, sözleşme hükümleri ile iç hukukun çatışmasında, sözleşmeye üstünlük tanınırken iç hukukun aleyhe olması hali dikkate alınmıştır. ’90. maddedeki değişiklikte, değiştirme düşüncesinin arka planında temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmaların iç hukukta yürürlüğe konuşmuş kanunlara nazaran daha lehe hükümler getirmiş olduğu ön kabulü yatmaktadır.’ (H.Y.Aktan: ‘Uluslar arası Sözleşmelerin Yargıtay Ceza Dairelerine Uygulanması’ İnsan Hakları Uluslar arası Sözleşmelerin İç Hukukta Doğrudan Uygulanması-Anayasa, md. 90/ son, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara, 2004, S. 141-149) Gerçekten de Anayasa değişikliğinin genel gerekçe’sinde ‘..diğer yandan, dünyada gelişen yeni demokratik açılımlara uyum sağlanması ve bu açılıma uygun bir şekilde temel hak ve hürriyetlerin, evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normal ile Avrupa birliği kriterleri seviyesine çıkarılması amacıyla kanunlarımızda düzenlemeler yapılması ihtiyacı temel yasamız olan Anayasa’da da değişiklikler yapma zorunluluğu doğurmuştur.’ Denilmiş, 90. maddenin (son) fıkrasına ilişkin madde gerekçesinde ise ‘insan Haklarına’ ilişkin uluslar arası antlaşmalardan söz edilmiştir.

Düzenlemeye göre uluslar arası antlaşmaların hükümleri ile iç hukukun çatışması ve antlaşma hükmünün hele olması halinde iç hukuk kuralı uygulanamayacaktır. Hatta Anayasa’nın 90/son maddesindeki düzenleme, uluslar arası denetim organlarının kararlarının da göz önüne alınmasını gerektirir. (Mesut Gülmez: ‘İnsan Hakları Uluslar arası Sözleşmenin İç Hukukta Doğrudan Uygulanması’ İnsan Hakları Uluslar arası Sözleşmelerin İç Hukukta Doğrudan Uygulanması-içinde-s. 38-83)

Wemhoff v. Almanya (1968) kararı uluslar arası denetim organı olan AİHM tarafından verilmiş, ancak üst mahkemedeki süresini tutukluluk süresinden saymadığı ve CMK’nın 2 ve 102. maddeleriyle çalıştığı ve iç hukuk lehe olduğu için Anayasa’nın 90/son maddesine göre anılan karara üstünlük ve öncelik tanınamaz. Bir başka ifadeyle Wemhoff Kararı nitelik olarak insan haklarına, üst mahkemedeki süreyi dahil eden iç düzenlemeye göre daha geridedir. Yargıtay’da geçen süreyi dahil eden iç düzenleme, AİHM’in genel içtihadı ile birlikte düşünülmeli ve bu bağlamda dört yılı geçmemek üzere yorumlama yapılarak uygulama yapılmalıdır. Kaldı ki üst mahkemede geçecek sürenin sözleşmenin 6. maddesine göre ihlali beraberinde getireceği de unutulmamalıdır.

Çoğunluğun yorumlaması, 90/son maddenin, düzenlenme gerekçesine ve içeriğine aykırı düşmektedir. ‘Çatışma halinde sözleşme uygulanmalıdır’ kabul edilirse bir örnek verilmelidir: Bilindiği üzere TCK’nın 80. maddesi insan ticareti suçunu düzenlemekte ve fuhuş yaptırmak amaçlı insan ticaretini yaptırım altında almaktadır. Madde gerekçesi de bu konudaki ‘Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ ve ‘Kadın ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine, Durdurulmasına ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol’ hükümlerinin gereğinin yerine getirilmesi için düzenleme yapıldığına işaret etmektedir. Sözleşmeye Ek Protokol’ün 3/a maddesine göre fuhuşun yanı sıra cinsel istismar’ın da cezai yaptırıma alınması öngörülmektedir. İç hukuka (TCK. m. 80) nazaran Protokol’ün kapsamı (m. 3/a) daha geniştir. Sanık hakları bağlamında çatışma söz konusudur. Cinsel istismar amaçlı insan ticareti iç hukuk yönünden olanaksız olmakla birlikte çoğunluğun yorumlanmasına göre bu mümkün olarcaktır. Oysa Türk Ceza Kanununda (m. 80) cinsel istismar amaçlı insan ticareti düzenlenmesi bulunmadığı ve suçta ve cezada kanunilik ilkesi (TCK. m. 2; Ay. M. 38) gereği mevcut madde kapsamında ceza verilmeyecektir. Keza, muhakeme hukukunda kimi zaman AİHM tarafından dikkate alınan ‘delil tartımı’ uygulaması iç hukuktaki düzenlemeler (A. m. 38/7; CMK. M. 271) karşısında uygulama alanı bulamayacaktır.

Bu açıklamalar ışığında;

–    İç hukuktaki düzenlemenin lehe olduğu gözetilerek Yargıtay’da geçen tutukluluk süresi nazara alınmalı,

–    Bu süre nazara alınırken bu kez AİHM’in bu konudaki genel içtihadı göz önünde bulundurulmalı,

–    Farklı düşünüldüğünde dahi adil yargılanma hükmünün (sözleşme, m. 6) ihlal edilmiş olacağı unutulmamalıdır.

Çoğunluğun yorumlamasına/uygulamasına bu nedenlerle katılabilmek olanaksızdır. Kaldı ki çoğunluk Singh C. Re’publique Tche’que ve Kararını da göz ardı etmiştir. Bu kararla ilgili öğretide ‘Mahkeme (AİHM), kişinin özgürlük hakkını öngören korumanın sadece kısa süre’de tutukluluğun düzenlenmesine ilişkin bir yargılamayı değil, aynı zamanda, iki dereceli yargılama sistemini benimsemiş ülkeler için, ilk derece mahkemesini olduğu kadar temyiz muhakemesini de kapsadığı belirtmektedir.’ (Ünver-Hakeri, age, s.372-373; kararın Fransızcası için bknz: Deuxıeme Sectıon, Affaire Sıngh c. Republique Techeque, 60538/00, 25.4.2005, http:// cmiskp.echr.coe.int/tkp….) Hatta birden fazla suç için dava ve tutukluluk kararı mevcut olsa dahi süre buna göre uygulanmaktadır. (Bknz. Baltacı/Türkiye, başvuru no: 495/02, 18.7.2006; solmaz/Türkiye, başvuru no: 27561/02, Sinan Tumlukolçu: ‘Tahliyeler Stresi Altında CMK’nin 102. Maddesi’

Güncel Hukuk, Nisan 2011/4-88, s. 52/55)” düşüncesiyele,

Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi A.K.

“A) Tartışmanın Konusu:

Tartışmanın konusunu, adam öldürme suçundan 22.4.2005 tarihinden beri tutuklu olan ve hakkındaki mahkumiyet hükmü bozulan sanık Doğan’ın, azami tutukluluk süresinin dolup dolmadığı ve buna bağlı olarak salıverilmesi gerekip gerekmediği oluşturmaktadır.

B)    Ceza Genel Kurulu Çoğunluğunun Benimsediği Görüş:

Çoğunluk tarafından, CMK’nın 102. maddesinde öngörülen azami tutukluluk süresine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları gereğince, ilk derece mahkemesinin mahkumiyet kararından sonra geçecek sürenin dahil edilemeyeceği ve bunun sonucu olarak 5 yıllık azami tutukluluk süresi dolmadığı için sanık Doğan’ın salıverilmeyeceği kabul etmiştir.

C)    Konuyla İlgili Uluslar arası ve Ulusal Normlar:

1- İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi (AİHS):

Madde 5- ‘1 Herkezin kişi özgürlüğüne ve güvenliğine hakkı vardır. Aşağıda belirtilen haller ve yasada belirlenen yollar dışında hiç kimse özgürlüğünden yoksun bırakılamaz.

a) Kişinin yetkili mahkeme tarafından mahkum edilmesi üzerine usulüne uygun olarak hapsedilmesi;

…c) Bir suç işlediği hakkında geçerli şüphe bulunan veya suç işlemesine ya da suçu işledikten sonra kaçmasına engel olmak zorunluluğu inancını doğuran makul nedenlerin bulunması dolayısıyla, bir kimsenin yetkili merci önüne çıkarılmak üzere yakalanması ve tutulu durumda bulundurulması;

..3. Bu maddenin 1.c fıkrasında öngörülen koşullar uyarınca yakalanan veya tutulu durumda bulunan herkez hemen bir yargıç veya adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış diğer bir görevli önüne çıkarılır; kendisinin makul bir süre içinde yargılanmaya veya adli kovuşturma sırasında serbest bırakılmaya hakkı vardır. Salıverilme, ilgilinin duruşmada hazır bulunmasını sağlayacak bir teminata bağlanabilir.’

Başlangıç bölümü:    ‘Aşağıda    imzası    bulunan Avrupa Konseyi üyesi

hükümetler, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Tarafından 10 Aralık 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni, bu Bildiri’nin, metninde açıklanan hakların her yerde ve etkin olarak tanınmasını ve uygulanmasını sağlamayı hedef aldığını, ..avrupa devletlerinin hükümetleri sıfatıyla, Evrensel Bildiri’de yer alan bazı hakların ortak güvenceye bağlanmasını sağlama yolunda ilk adımları atmayı kararlaştırarak, aşağıdaki hususlarda anlaşmışlardır:.’

Madde 53. ‘Bu Sözleşme hükümlerinden hiçbiri, herhangi bir Yüksek Sözleşmeci Taraf’ın yasalarına ve onun taraf olduğu başka bir Sözleşme’ye göre tanınabilecek insan haklarını ve temel özgürlükleri sınırlayamaz veya onlara aykırı düşecek şekilde yorumlanamaz.’

3-    Türkiye Cumhuriyeti Anayasası:

Madde 90/5- ‘Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası Andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.’

4-    5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK):

Madde 2. ‘(1) bu kanunun uygulanmasında;

a)    Şüpheli: Soruşturma evresinde, suç şüphesi altında bulunan kişiyi,

b)    Sanık: Kovuşturmanın başlamasından itibaren hükmün kesinleşmesine kadar, suç şüphesi altında bulunan kişiyi,

…e) Soruşturma:    Kanuna göre yetkili mercilere suç şüphesinin

öğrenilmesinden iddianamenin kabulüne kadar geçen evreyi,

f) Kovuşturma: İddianamenin kabulüyle başlayıp, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evreyi, .İfade eder.’

Madde 102- ‘(1) Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerçekleri gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.

(2)    Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçemez.

(3)    Bu maddede öngörülen uzatma kararı, Cumhuriyet savcısının, şüpheli veya sanık ile müdafiinin görüşleri alındıktan sonra verilir.’

Madde 104-‘(1) Soruşturma ve kovuşturma evrelerinin her aşamasında şüpheli veya sanık salıverilmesini isteyebilir.

(2)    Şüpheli veya sanığın tutukluluk halinin devamına veya salıverilmesine hakim veya mahkemece karar verilir. Ret kararına itiraz edilebilir.

(3)    Dosya bölge adliye mahkemesine veya Yargıtaya geldiğinde salıverilme istemi hakkındaki karar, bölge adliye mahkemesi veya Yargıtay ilgili dairesi veya Yargıtay Ceza Genel Kurulunca dosya üzerinde yapılacak incelemeden sonra verilir; bu karar re’sen de verilebilir.’

4-5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun (CGTİHK):

Madde 4- ‘(1) Mahkumiyet hükümleri kesinleşmedikçe infaz olunamaz’

D) Konuyla İlgili Normların Yorumu:

1- AİHS’nin başlangıç bölümü ve 53. maddesi hükümlerine göre;

a)    AİHS insan haklarını ve temel özgürlükleri asgari ölçüde koruyan bir sözleşmedir. Zamanla koruma sınırlarının genişletilmesi amaçlanmıştır.

b)    AİHS’ye taraf olan devletler, iç hukuklarında insan haklarını ve temel özgürlükleri daha fazla koruyacak düzenlemeler yapabilirler veya bu konuda başka bir sözleşmeyi kabul edebilirler. AİHS’nin hiçbir hükmü, bu nitelikteki düzenlemelere aykırı düşecek şekilde yorumlanamaz. Başka bir anlatımla, AİHS’ye taraf olan devletlerin, iç hukuklarında veya kabul ettikleri başka bir sözleşmede yer alan insan haklarını ve temel özgürlükleri daha fazla koruyon hükümlerin, AİHS’ye aykırılığı ileri sürülemez.

2-    AİHS’nin 5. maddesine göre, tutuklu bulunan herkesin, makul bir süre içinde serbest bırakılmaya hakkı vardır. Tutukluluk, makul süreden fazla olamaz.

3-    Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, AİHS’nin 5. maddesindeki tutuklulukta geçecek ‘makul süre’ kavramını yorumlarken, bu sürenin, ilk derece mahkemesinin mahkumiyet hükmünden sonraki aşamayı kapsamadığı kabul edilmiştir. Ancak, AİHS’nin başlangıç bölümü ile 53. maddesine göre, sözleşmeye taraf olan devletler kendi yasalarında sanığın özgürlügünü daha fazla koruyucu hükümlere yer verebilirler. Bu nitelikteki hükümlerin AİHS’ye aykırılığı ileri sürülemez.

4-    CMK’nın 2, 102 ve 104. maddeleri ile CGTihk’nın 4. maddesine göre;

a)    İddianamenin kabulünden, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evre, kovuşturma evresidir.

b)    Suç şüphesi altında bulunan kişinin, iddianamenin kabulünden, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evredeki sıfatı sanıktır.

c)    Sanığın, hakkındaki mahkumiyet hükmünün kesinleşmesinden, hükmün infaz edildiği tarihe kadar geçen evredeki sıfatı ise hükümlüdür.

d)    CMK’nın 102. maddesinde düzenlenen azami tutukluluk sürelerine, hükmün kesinleşmesine kadar geçen süreler de dahildir.

E) Konunun İrdelenmesi:

Somut olayda, kasten adam öldürme suçundan sanık Doğan, 22.04.2005 tarihinden, Ceza Genel Kurulu’nda yapılan inceleme tarihine kadar, 5 yıl 9 ay 20 günden beri tutuklu bulunmaktadır.

Sanığa isnat olunan ve ağır ceza mahkemesinin görevine giren suç için, CMK’nın 102. maddesinin 2. fıkrasında öngörülen tutukluluk süresinin üst sınırı 5 yıldır. Aynı kanunun 2 ve 104. maddeleri ile CGTİHK’nın 4. maddesine göre, bu süreye, hükmün kesinleşmesine kadar geçen süre de dahildir.

Sanığın özgürlük ve güvenlik hakkının daha geniş olarak korunmasına ilişkin iç hukukumuzdaki düzenlemeleri AİHS’ne aykırı saymaya olanak yoktur. Tersine AİHS daha geniş koruma sağlayan iç hukuk normların AİHS’ye aykırı düşecek şekilde yorumlanamayacağını öngörmüştür.

Öte yandan, ilk derece mahkemesinin hüküm tarihi 22.03.2010 olup, bu tarihe kadar sanığın tutuklu kaldığı süre 4 yıl 11 ay 2 gündür. Bu süre esas alınsa bile ‘makul süre’ aşılmıştır.

CMK’nın 102. maddesinin 2. fıkrasında öngörülen azami beş yıllık tutukluluk süresi dolmuş olan sanık Doğan’ın salıverilmesinde zorunluluk bulunmaktadır.

F) Sonuç:

Hüküm tarihinden sonraki aşamanın da CMK’nın 102. maddesinde öngörülen azami tutukluluk süresi kapsamında olması ve bu düzenlemenin AİHS hükümleri ile AİHM kararlarına aykırı sayılmasına olanak bulunmaması nedeniyle, sözü edilen maddede öngörülen 5 yıllık azami süreden fazla bir süreden beri tutuklu bulunan ve hakkındaki direnme hükmü bozulan sanık Doğan’ın salıverilmesi gerektiği kanısında olduğumdan, çoğunluğun aksi yöndeki görüşüne katılmıyorum” düşüncesiyle,

Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi Gürsel Yalvaç;

Ceza genel Kurulunca 12.04.2011 tarihinde yapılan görüşmede, kasten öldürme suçundan, 22.04.2005 tarihinde tutuklanıp, inceleme tarihine kadar 5 yıl 9 ay 20 gün, ilkderece mahkemesinin hüküm tarihi olan 22.03.2010 tarihine kadar da 4 yıl 11 ay 2 gün tutuklu kalan sanık Doğan’ın tutukluluk durumu ile ilgili yapılan değerlendirmede, kurul çoğunluğunca, temyiz aşamasında geçen sürenin tutukluluk süresi açısından nazara alınamayacağı böyle bir yorumun AİHS’nin 5. maddesi ile sağlanan güvenceler ile 2709 sayılı TC Anayasası’nın 90. maddesinin son fıkrasına uygun olduğu görüşünün benimsenmesi nedeniyle konuyla ilgili görüşlerimizin açıklanması zorunluluğu doğmuştur.

Hemen belirteyim ki, tutukluluk halinin devamına ilişkin ileri sürülen bu görüşler, ne AİHS’ne ne de pozitif hukuk normlarına uygundur. Sözleşme ile tanınan haklara sınırlama yönünde kullanılan bu gerekçe, sözleşmenin ilkeleri ve amacıyla taban tabana zıt olduğu gibi özgürlükleri güvence altına almak amacıyla ihdas idilen bir sözleşmenin, bu şekilde yorumlanması sözleşme ile getirilen koruma sistemine de açıkça aykırıdır.

Konuya yürürlükteki hukuk normları açısından bakıldığında,

5271 sayılı CMK’nın 100. maddesinde tutuklama nedenleri, 101. maddesindetutuklama kararı ile ilgili yöntem ve koşullar, 102. maddesinde ise, tutuklulukta geçecek azami süreler ve uzatma süreleri ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. Anılan madde uyarınca, genel görevli mahkemeler açısından tutuklulukta geçecek azami süreler Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevine girmeyen işlerde bir yıl, Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevine giren işlerde ise en çok iki yıl olup, bu süreler zorunlu hallerde gerekçesi gösterilerek uzatılabilecektir. Ancak, uzatma süresi Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevine girmeyen işlerde altı ayı, Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevine giren işlerde ise toplam üç yılı aşamayacaktır. Uzatma süreleri de dahil olmak üzere, tutukluluk süreleri Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde bir yıl altı ay, Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde ise beş yılı aşamayacak, bu süre dolduğunda, yargılama makamları başkaca hiçbir değerlendirme yapmadan tutukluluğa son vereceklerdir, görüldüğü gibi 102. maddedeki sürelerin dolması halinde artık bir tutuklama yasağı söz konusu olacağından, yargılama makamlarınca tutuklama kararı verilemeyeceği gibi tutukluluğun devamına da karar verilemeyecektir. Anılan hükmün iki istisnası olup, bunlardan ilki süre açısından aynı Yasanın 252/2. fıkrasındaki düzenleme, ikinci istisna ise 112. madde uyarınca adli kontrol gereğini yerine getirmeyen sanığın başkaca bir koşul aramaksızın tutuklanabilmesidir. Yasada tutukluluk süreleri açısından herhangi bir ayrım yapılmadığından, azami sürelerin hesabında soruşturma ve kovuşturma aşamasında geçen sürelerin birlikte değerlendirmesi zorunlu olup, yargılama makamlarınca da bu konuda herhangi bir ayrım yapılması mümkün değildir.

Yine 5271 sayılı CMK’nın tanımlar başlıklı 2. maddesinde; kovuşturmanın, iddianamenin kabulüyle başlayıp, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evreyi ifade ettiği açıkça belirtilmiş olup, kovuşturma evresi anılan hüküm uyarınca olağan yasa yollarına ilişkin sürece de kapsamaktadır. Bu nedenle, azami sürelerin ancak ilk derece mahkemelerince hüküm verilinceye kadar geçen süreyi kapsadığı ve bu mahkemelerce göz önünde bulundurulacağı, Yargıtay denetiminde dikkate alınamayacağı yönündeki çoğunluk kabulü Yasanın 2. maddesine de açıkça aykırıdır.

AİHM’nin, kimi kararlarındaki bir kısım ifade ve ibarelerinin yanılgılı ve eksik bir değerlendirme ile daha uzun tutukluluk sürelerine gerekçe yapılması, kararlardaki ana düşünceyi dikkate almayan eksik hatta yanılgılı bir değerlendirmedir. Zira AİHM, önüne gelen her başvuruda somut olayın özelliklerine göre inceleme yapılarak, makul süre değerlendirilmekte, ilk derece mahkemesinin mahkumiyet hükmünden sonra da tutukluluk hali devam ediyorsa bu süreyi de makul sürenin denetlenmesinde toplam süreye ilave etmekle, görece kısa süreli tutukluluklar dahi sıkı bir denetime tabi tutulmakta, gerekçesiz tutuklama kararları tolare edilmemekte, yetkili makamlarca tutuklama kararının süresi ne olursa olsun, ikna edici biçimde gerekçelendirilmesi aranmaktadır.

Yargı makamlarınca, nedeni ne olursa olsun, makul olmayan yargılama sürelerine birde makul olmayan tutukluluk süreleri eklenmemelidir. Kamuoyu baskısı, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, hukuk dışı kabul edilebilecek bir düşünceye veya uygulamaya yol açmamalıdır. Gerek tutuklama kararları, gerekse tutukluluğun devamı kararları ikna edici bir şekilde gerçeklendirilmelidir. Hukuk devleti olabilmenin ve hak ihlalleri ile AİHM’nin gündemine gelmemenin yegane çaresi budur.

Diğer yönden 5275 sayılı CGTİK’nin 4. maddesinde, mahkumiyet hükümlerinin kesinleşmedikçe infaz olunamayacağı, CMK’nın 2. maddesinde, suç şüphesi altında bulunan kişinin kovuşturmanın başlamasından, hükmün kesinleşmesine kadar sanıklık statüsünde bulunduğu belirtilmiş olup,tutukluluğu adeta peşin bir infaz olarak yorumlayan ve hüküm verilmekte sanığı adeta hükümlü olarak değerlendiren çoğunluk görüşü, pozitif hukuk normlarına aykırı olduğu gibi masumiyet karinesini de ihlal eder niteliktedir.

İnceleme konusu somut olayda hükmün sanık aleyhine bozulduğu nazara alındığında, yüksek çoğunlukça varılan sonucun adaleti zedelemeyeceği düşünülebilirse de, varılan sonuç ilkesel açıdan önemli olup, sorun salt bu somut olayla sınırlı düşünülmemelidir. Bu tür çelişkilerin önüne geçebilmenin yolu hukuk kurallarını zorlamak değildir. Ne zamanki yargılamalar makul sürede sona erer, tutuklamanın peşin bir ceza olmayıp, bir hürriyetiyle sıkı sıkıya bağlı bir tedbir olduğu kabul edilir, tutuklamanın mahkumiyet, tahliyenin ise beraat olmadığı toplumsal algısı değişir, işte o zaman tutuklamadan kaynaklanan sorunlarda kendiliğinden ortadan kalkar.

Yasadaki azami sürelerin dahi bugünkü uygulama biçimiyle, sözleşmeye aykırı olduğu, ağır ceza mahkemelerindeki yargılamalarda sanığın peşinen beş yıl tutuklu olarak yargılanabileceği yönündeki uygulamanın da, Sözleşmeye aykırılığı büsbütün pekiştirdiği nazara alınmaksızın, bu süreler de yetmezcesine yargılamanın uzamasının faturasını sanığa yükleyerek, soruna çözüm arayan çoğunluğun, tutukluluğun devamı yönündeki görüşüne, sanığın belirtilen nedenlerle tahliyesi görüşünde olduğumdan katılmıyorum,

Çoğunluk görüşüne katılmayan Ceza Genel Kurulu Başkanı ve diğer bir kısım Genel Kurul Üyesi de; “5271 sayılı CYYnın 102. maddesinde tutuklulukta geçecek azami sürelerin gösterildiği, buna göre Ağır Ceza Mahkemesi’nin görev alanına giren suçlarda bu sürenin zorunlu hallerdeki uzatmalar ile birlikte beş yılı geçemeyeceği, aynı yasanın 2/1-f maddesinde kovuşturma aşamasının iddianamenin kabulüyle başlayıp, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evreyi ifade ettiği, bu bağlamda yerel mahkeme tarafından hüküm verildikten sonra temyizde geçen sürenin de kovuşturma evresine dahil olduğunda kuşku bulunmadığı, bu nedenle CYYnın 102/2. maddesinde belirlenen sürenin hesabında temyizde geçen sürenin esas alınmamasının yasal bir dayanağının bulunmadığı, böyle bir uygulamaya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarının dayanak olamayacağı, zira AİHS’nin insan haklarını ve temel özgürlükleri asgari ölçüde koruyan bir sözleşme olduğu ve buna ilişkin asgari koşulları belirlediği, bu sözleşmeyi imzalayan devletlerin sözleşmede asgari sınırları belirtilen haklardan daha geniş hakları düzenleme konusu yapabileceği, bu bağlamda CYY’nın 102. maddesindeki düzenlemenin azami tutukluluk süresi belirlemesi nedeniyle sözleşmeden daha ileri haklar öngördüğü, bu durumda daha geniş koruma getiren iç hukuktaki bu düzenlemenin uygulaması gerektiği, sözleşmenin hiçbir zaman insan hakları ve temel özgürlükleri kısıtlama yönünde yorumlanamayacağı ve bu yöndeki uygulamalara dayanak yapılamayacağı, bunun sözleşmenin ruhuna ve amacına tamamen ters olduğu, bu nedenle

Ağır Ceza Mahkemesi’nin görev alanına giren kasten öldürme suçundan tutuklandığı tarihten bu yana beş yıldan fazla bir süre geçen sanık Doğan’ın CYY’nın 102/2. maddesi uyarınca tahliye edilmesinin zorunlu olduğu” düşüncesiyle, Karşıoy kullanmışlardır.

SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle;

1-    Mersin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 22.03.2010 gün ve 185-135 sayılı direnme hükmünün sanıklar Faruk, Mustafa, Süphi ve Mustafa hakkında verilen beraat kararları yönünden isabetli olduğundan ONANMASINA,

2-    Yerel mahkeme direnme hükmünün sanıklar Doğan, Abdi Selçuk ve Bilal Çelikler hakkında kurulan hükümler yönünden ise BOZULMASINA,

3-    Tutuklu sanık Doğan’nın 5271 sayılı CYY’nın 102/2. maddesi uyarınca tahliye edilmesine YER OLMADIĞINA ve TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMINA,

4- Dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 05.04.2011 günü yapılan müzakerede sanıklar Doğan, Abdi ve Bilal hakkında oyçokluğuyla, sanıklar Süphi ve Mustafa hakkında ise oybirliğiyle, sanıklar Faruk ve Mustafa ile sanık Doğan tutukluluk durumu hakkında ise

05.04.2011    günü yapılan birinci müzakerede yasal çoğunluk sağlanamadığından

12.04.2011    günü yapılan ikinci müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.

Faydalı Bağlantılar

Sorularınız İçin

Zeki Bulgan İstanbul Barosuna kayıtlı bir Ağır Ceza Avukatıdır.

Copyright © Zekibulgan.av.tr